Çocukluğumu geçirdiğim evin pencerelerinin ahşap çerçeveleri turkuaza boyanmıştı. Onun da etkisiyle oldum olası çok severim turkuaz rengini.
Bu güzel renge tutkunluğumdan mıdır, çocukluğun büyülü atmosferinden midir bilmem, ben halen o turkuaz pencereden dünyaya bakan küçük kız çocuğuyum. Hayat bir sinema perdesi gibi kimi karanlık kimi bol ışıklı huzmelerini yüzüme doğru yansıtıyor.
Yüzüm pencereye, sırtım odaya dönük olduğundan odadaki insanları ve nesneleri görmüyorum. Yüzümü o yana çeviriversem babamın çayını yudumlarken pür dikkat ajans dinlediğini; duvardaki saatin tıkırtılarına annemin mekiğinin zarif çıtırtılarla eşlik ettiğini; ablamın dikişlerden arta kalan kumaş parçalarıyla kırkyama diktiğini; ağabeyimin okuduğu kitabın satırlarında gezinen yemyeşil bakışlarını bana çevirip gülümsediğini göreceğim sanki.
Gözüm ablamın diktiği örtüye takılıyor. Simli, kadife, fitilli, kabartmalı, sade, çiçekli, dantelli, çizgili, geometrik desenli, ipek, saten, müslin, keten, basma, pazen, jorjet, alpaka, poplin, sentetik, pamuklu; rengârenk; yüzlerce; işe yaramadığı düşünülen kumaş parçası kırkyama oluşturmak için sırasını bekliyor dikiş sepetinde. Ablam ona kırkpare diyor, yani kırk parça. Bence çok doğru bir tanımlama çünkü birçok farklı insanın hayatından birer parça var bu örtüde. Kimi bir düğünden, kına gecesinden kalma, kimi doğacak bir bebeğe hazırlık için kullanılmış. Simetrik desenler halinde tasarlanıp dikilecek, astarlanıp çeyiz sandığımda yerini alacak.
Ben turkuaz pencereye tekrar yüzümü döndüğümde ise yıllar geçmiş oluyor ve ablam evime misafir geliyor. Kendi diktiği kırkpareyi sandıktan çıkarıp üstüne örtüyorum. Hangi kumaşın hangi yılda kimin için dikildiğini tek tek anlatıyor bana. Zamanın yıprattığı, soldurduğu bu kıyafetler sahiplerinin üstündeki en canlı halleriyle bir bir hatıralarımda geziniyor. Çoğu artık yok ya da çoktan yer bezi olmuş. Hatta onları giyenlerin birçoğu bugün ebedi istirahatgâhında. Kırkparede yeniden hayat bulan kumaş parçaları ise yıllar sonra bile hâlâ yepyeni. İçinde sakladığı hikâyeleri nesilden nesile aktaracak bir kitâbe, duyguları kumaşlarla anlatan bir hatıra defteri gibi âdeta.
Dokuma tezgâhından geçtiği günden bu yana neredeyse üç çeyrek asır geçmiş kumaşlar halen pırıl pırıl, rengârenk ve sapasağlam. Kadim geleneğimizin eşyanın ruhuyla kurduğu lâtif bağlantının sırrı burada saklı olsa gerek. Mini mini çiçek desenli basma etekler, puantiyeli poplin elbiseler, keten pantolonlar… Kim bilir hangi yaz bahçelerinin gece yarılarına kadar süren doyumsuz sohbetlerine eşlik etmişti. Ebrulu kadifeler, batik şifonlar, kendinden desenli simli tuvaletler kimin düğününde, nişanında ya da kınasında, hangi zarif genç kızın üzerinde boy göstermişti? Viskon şalvarlar, pazen pantolonlar, emprime bluzlar hangi kış hazırlığında hamarat hanımları sarmıştı? Şimdi allı -güllü, benekli- çiçekli, yanarlı -dönerli kumaşlar hatıraların sokağında hafızamızla saklambaç oynamaktalar.
Bir düğünde giyilen elbisenin kumaşı o günü bize en ince teferruatına kadar yeniden yaşatmaz mı? Kırkparede kadifesini gördüğümüz, genç yaşta ebedi âleme irtihal etmiş bir yenge, bütün güzel huylarıyla, kıyıda köşede kalmış anılarıyla yeniden yâd edilir elbet. Ninelerimiz geçkin yaşlarında yaptıkları çocukça yaramazlıkları ile namaz entarilerinin küçücük parçalarında hatıralarıyla yaşamaya devam ederler. Aile fertlerinden birkaçı bir araya gelip bu kumaş kitâbeler açıldı, okunmaya başlandı mı, bazen gözyaşları bazen gülümsemeler gece yarılarına refakat eder.
Bizim kültürümüzde aile hatıra defteri tutmak yaygınlaşmış bir âdet değil ama ben kırkyamanın da bir nevî aile hatıra defteri olduğunu düşünüyorum. Neredeyse hiçbir kalemin yazamayacağı hatıraları barındırır derûnunda. Çünkü her şeyden önce renkleri, desenleri vardır bu anıların. Hareketleri, tavırları ile canlı kanlıdır hayalleri. Hatta kiminin sesini duyarsınız, kiminin kokusu gelir burnunuza. Belki içinde aile hatıralarının yazılı olduğu bir defter sizi yabancı birine daha iyi anlatabilir ama kırkyamada gizlenen emeği ve samimiyeti hissettiremez. Birlikte kesilir kumaş parçaları, birlikte seçilir, sevgiyle düzenlenir, uyumla dizilir ve eşsiz desenlerle bezenir.
Kalem yerine iğne, yazı yerine kumaş. Ben bunu yüzyıllarca yazılı edebiyatımızdan daha çok sözlü edebiyatımızın halk arasında yaygınlaşmış olmasına benzetiyorum. Tarihimizin kayda değer bir döneminde; saray, ulema ve sanatçılar kalemlerini ağdalı Farsça- Arapça eserleri yazmak için kullanırken Anadolu insanı ortaoyunları, meddahlar, masal anlatıcıları ile sözü, Türkçeyi yüceltmişler. Sözlü edebiyatı oluşturan aynı samimiyet kırkyamanın desenlerine de yansımış gibi gelir bana. Gösterişli top top kumaşlar yerine mütevazı parça kumaşlara iğneyle çizilmiş; sabrın, emeğin, hüznün, gözyaşının, mutluluğun, kahkahanın sessiz tablosu…
Kırkpare örtülerdeki her bir kumaşın hikâyesini bir aile hatıra defteri titizliğiyle aktarmalı çocuklarımıza ki, köklerinin ne kadar derinlere salındığını öğrensinler. Günümüz desen ve renk yoksunluğu çeken pikeleriyle aynı raflara koyup boşuna dikilmiş, gereksiz yer kaplayan örtüler olarak görmesinler onları. Kırkyamanın bir ruhu ve anlatacak çok hikâyesi olduğunu unutmasınlar. Yapbozun titizlikle tasarlanmış her bir desenine, simetrisine ayrı ayrı kulak versinler.
Kalemle kâğıda yazar gibi iğneyle kumaşa yazılmış hikâyeleri usanmadan okusunlar evlâtlarına. Geleneğimizin bu duygular şaheserinin anonim sanatçılarına da saygıda kusur etmesinler.
Berrin Müzeyyen Alpay