KORKULUK

Bu sabah işyeri girişinde Genel Müdürle konuştuğunu gördüm. Uzun, ince kollarını ve bacaklarını çarpı işareti şeklinde, abartılı hareketlerle aşağı yukarı kaldırıp indiriyordun. Bütün uzuvlarını da bu salınımlara katıp gülümseyerek bir şeyler söylüyor, küçücük gözlerini art arda kırpıştırıyor, rükûa varır gibi eğiliyor, bir süre bu pozisyonda kaldıktan sonra sağ elini göğsüne bastırarak doğruluyordun. Eğildiğinde; bir kulak hizasından diğer kulağa; başının yarı çevresinde bir cetvelle çizilmiş hissi uyandıran;  uzun, bakımsız, dalgalı, kır saçların başladığı kısımla kel olan ön kısım adeta iki farklı insan kafatasıymış gibi görünüyordu. Güvenlik görevlisi uyarmış olmasa, Genel Müdürün aceleyle uzaklaşmaya çalışmasına ve arkanda birikmiş, güvenlik kordonundan geçmek için sabırsızlanan kalabalığa aldırış etmeden konuşmanı sürdürmek hevesindeydin. 

Seni izlerken, birdenbire çok uzaklardan bir günebakan tarlasının geniz yakıcı kokusu geldi burnuma. Yeşil çanaklar içinde;  sarılı, turunculu, kahveli taç yapraklarıyla salınarak gözlerini dikmiş, bana bakan binlerce günebakan… Meraklı bakışların beni kendisine ispiyonladığını düşündüğüm bir insan silueti yavaş yavaş bana doğru yaklaşıyor. Olduğum yerden sesleniyorum. “ Ben sadece buradan geçiyordum, tarlanızın albenisine kapıldım. Kötü bir niyetim yoktu, tek bir ay çekirdeği bile almadım. Sadece güneş batarken günebakanlarınızın birkaç fotoğrafını çekmek istemiştim fakat sanıyorum ki onları biraz kızdırdım. Belki de fotoğraf çekmeden önce izin almalıydım. Ah biliyorum, biliyorum! Ne aptalım! Tabii ki izin almak gerekirdi, çok özür diliyorum.” Yaptığım hatanın farkında ve bana keseceği cezaya razı olarak, tarlanın bekçisi olduğunu tahmin ettiğim, tehditkâr insan silüetinin bana yaklaşmasını beklerken gökyüzünün kızıllığı altında günebakanların bütün albenisi kaybolup gitti. Şimdi sadece sonsuza uzanan, birbirinden ayırt edilemeyen karanlık bir kütle halindeydiler. Derdimi daha iyi anlatabilmek ümidiyle tarla bekçisine doğru yürümeye karar veriyorum. Her adımımda ayaklarım, sürülmüş, yumuşacık toprağa bir gömülüp bir çıkıyor.  Akşam rüzgârı alnıma, yüzüme küçük sızılarla çentikler atarken,   savurduğu tozlar da dudaklarımda tuzlu bir tat bırakıyor. 

Öğle saatinde sen tam bilgisayarını kapatmış, masanı toplamış öğle yemeğine çıkmak üzereyken,  izin istemek için mahcup bir tavırla yanına gelen işçiye ne kadar sinirlendin. Ayakta öylece durup, alaycı bir gülümsemeyle dakikalarca adamın yüzüne baktın. Ağırdan alarak yerine tekrar oturdun, bacak bacak üstüne atıp koltuğuna iyice yerleştin, sabahkinin aksine vücudunu dik bir pozisyona getirdin. Bilgisayar açılırken karşında, ayakta durup ezilip büzülen adama tuhaf mimiklerle, üst perdeden bir bakış daha fırlattın. Dudaklarını büzüp burnundan birkaç kez sesli sesli nefes verdin. Önemli ve karmaşık bir problem çözüyormuş gibi kaşını gözünü oynatarak neredeyse on beş dakika oyalandın. Yirmi dört saat konuşma kabiliyetine sahip olduğun halde bu süre içinde tek kelime bile etmedin.  Nihayet yazıcıdan çıkan evrakı imzalayıp adamın eline tutuştururken “Bir dahaki sefere vakitli gel, yemeğe çıkmış olsaydım bu izni zor alırdın.” demeyi de ihmal etmedin. Adam “ Özür dilerim efendim, teşekkür ederim efendim, kusura bakmayın efendim……”  cümlelerini bitirmeden kapıyı çarparak çıkıp gittin. Şaşkınlık içinde göz göze geldiğim zavallı işçiyi teselli etmek de bana düştüğü için boş ver anlamında elimi salladım. Öğle yemeğine çıkmak yerine düşüncelere daldım.

Tedirgin ve kasvetli bir rüyada gibiydim. Uzun bir çaba sonucunda tarla bekçisine ulaştım. Fakat o da ne? Burada ne bir insan ne de bir bekçi var. Bu karşımda duran insan giysileri giydirilmiş,  tam beline denk gelen noktadan bir kazığa sabitlenmiş Oz Büyücüsü’ndeki korkuluktan başkası değil. Saman dolu bir torbadan yapılmış, kafanın yarısından itibaren başlayan, buğday saplarından lepiska saçlar doğrusu çok yakışmış. Ya upuzun kollara ve bacaklara ne demeli? Öyle bir rahatlıyorum ki kendimi toprağa bırakıveriyorum. Yerlerde yuvarlanıp toprağı yumrukluyorum. Avazım çıktığı kadar bağırarak önümde duran korkuluğa defalarca “ Özür dilerim efendim, tarlanızın albenisine kapıldım. Sadece fotoğraf çekmek istemiştim. İzin almalıydım, hatalıyım lütfen beni affedin, lütfen.”  deyip,   histerik kahkahalar atıyorum. Birine açıklama yapmak zorunda kalmamış olmanın mutluluğuyla toz içinde kalan üstümü başımı silkeleyip arabama doğru yol alıyorum.

Geri dönüp baktığımda; muhtemelen yaş ağaç dallarından yapılmış olan bu korkuluğun, rüzgârın yönüne göre itaatkâr bir şekilde kollarını açtığını; sağa, sola, öne arkaya eğildiğini görüyorum. Alacakaranlıkta sallanıp duran bu silüete baktıkça içimi tanıdık bir ürperti kaplıyor.

                                                                       Berrin Müzeyyen ALPAY

Yazar: